Thessaloniki&Kavala

Bu aralar hiç bir hafta sonunu boş geçmeden kendimi gezmelere vurdum.Tipik bir yay burcu insanı olarak bu gezilerin her biri ruhum için ayrı bir besin...

Önce 23-24 Nisan haftasonuyla başlayalım... Bende inanılmaz izler bırakan Selanik ve Kavala turu... Yunanistan'ın beni bu kadar etkileyeceğini bir başkası söylese inanmazdım. İki şehir ve insanları sarstı beni... Derinden bağlandım onlara... Garip gelebilir. Bana bile garip geliyor ama bazı şehirlerle garip bir kontağınız oluyor ve bu sizi hiç düşünmediğiniz derecede etkileyebiliyor. Selanik ve Kavala da ben de böyle bir etki bıraktı işte...

Cuma gecesi yola çıktığımızda aksilikler peşimizi bırakmadı. Aracın motor kayışı 2 defa koptu ve ben ciddi ciddi "sanırım gidemeyeceğiz" diye düşündüm. Yaklaşık 2 saat yolda bekledikten sonra başka bir araç bizi aldı ve İpsala sınır kapısına geldiğimizde duty free shopta ufak bir soluk aldık.

Yolculardan hoş sohbet bi abi 1yıllık içki alışverişini tamamladığında, hepimiz bu sağlam içki zulasına gözümüzü dikmiştik. Nasıl göz diktiysek artık sabah 6'da bu abinin viski ikramıyla HELLAS'a merhaba dedik :)

Gümilcine yakınlarında otoban kenarındaki bir cafede ilk molamızı verdik. Cafedeki görevlilerden bazılarının Türkçe konuşmasıyla ilk şokumuzu yaşadık. Güzel ıspanaklı bir börekle kahvaltımızı yaptıktan sonra Selanik'e doğru yola çıktık. Yaklaşık 1 saat sonra Selanik'e vardık. Otele geçmeden önce Aya Dimitri kilisesine gittik. Ne şanslıydık ki Paskalya vakti olması sebebiyle çoğu Yunanlı soluğu kilisede almıştı. Öyle ki bir cam oda içersinde gerçekleşen günah çıkarma ya da dertleşme seansına şahit olduk. Dinine düşkün olan Yunanlıların etrafta dolanıp bizler gibi fotoğraf çekmeye çalışan turist kafilesinden çok da haz ettiğini söyleyemeyeceğim. Ne de olsa ibadet yeri. Hakları var kendilerine göre... Verdiğimiz bu rahatsızlığı biraz da olsa telafi etmek için "Happy Easter" yazan bir not bıraktık dilek kutusuna :)


Kilisenin çıkışını mesken tutmuş Roman çingene çocukları kiliseden çıkar çıkmaz çevremizi sardı. Birkaç hatıra fotoğrafı çekip ayrıldık yanlarından ve panoramik şehir turu için yola koyulduk... Şehir içinde dolaşırken metro kazılarına rastladık.... Onlar da bizim gibi biraz geriden geliyorlar. Enteresan bir benzerlik daha var ama... O da metro kazılarından tarih fışkırması. Selanik'in tam ortasındaki metro inşaatı bu nedenle durdurulmuş çünkü altından koca bir şehir çıkmış. Arkeolojik kazılar devam ederken, tabi metro inşaatı da ufaktan yalan olmuş.

Panaromik şehir turunun ardından Bizans surlarının olduğu yere gittik. Etrafa kısaca göz attıktan sonra surların hemen yanı başında bankta oturan 3 amca "İstanbul? İstanbul?" diye seslendi bana. "Evet" dedim, "İstanbul". Amcalardan bir tanesi kendini işaret ederek "İstanbul" dedi. Yanındaki de "İzmir". Her ne kadar Türkçe konuşamasalarda o sıcacık gülümseleri bile çok şey anlatıyordu aslında. Bu üç amcayla hatıra fotoğrafı çektirdikten sonra Atatürk'ün evine doğru yola koyulduk.



Balkan Savaşı'ndan sonra Selanik'in Yunanlıların eline geçmesinin ardından Lozan Antlaşmasının hükümlerine göre ev Yunan Hükümeti'ne geçmiş. Yunan Hükümeti de evi Yunanlı başka bir aileye satmış. 1933 yılında Selanik Belediyesi evin Atatürk'e hediye edilmesine karar vermiş ancak ev taa 1937'de boşaltılabilmiş, 1950 yılında büyük bir onarımdan geçtikten sonra 1953 yılında ziyarete açılmış. Evin içine yerleştirilen eşyaların çook sonradan koyulduğu hatta gayet güncel olması mevzunun gerçeklikten uzaklaşmasına neden olsa da orada bulunmak bile sizi etkiliyor.



Atatürk'ün evini ziyaret ettikten sonra otelimize geçiyoruz. Eşyalarımızı bırakıp şehri yaya olarak keşfe çıkıyoruz... ki bence keşiflerin en güzeli her zaman bu şekilde oluyor. Sokak aralarına dalmadan, kaybolmadan şehrin ruhunu hisedemiyorsunuz. Çok şükür kaybolmadan Ladadika bölgesine gidiyoruz. Burası Selanik'in en popüler eğlence mekanlarının olduğu yer. Bir birinden güzel restaurantlar, cafeler ve barlar bulmak mümkün. Ama bizim adresimiz belli. Foul tou Meze (Biz kendisine Photo Meze diyoruz ama) Ladadika bölgesine giderken İzmir'in kordonu gibi güzel bir sahil yolundan geçiyoruz... Zihnimiz İzmir'de olduğumuzu fısıldarken kulağımıza, bedenimiz Selanik diyor...Benzerlik bu kadar net ve aynı zamanda bir ilizyon gibi şaşırtıcı...

Sokak aralarında Foul tou Meze'yi ararken -ama alfabeden ötürü bulamazken-, bir mekana soruyoruz. Tesadüf bu ya tam da o sırada Foul tou Meze'de garsonluk yapan çocukla karşılaşıyoruz içerde. Hemen karşıyı gösteriyor. Tevhide Teyzemin sanat danışmanın önerisiyle gittiğimiz bu mekana aşık oluyoruz. Bir birinden lezzetli deniz mahsülü yemeklerle ruhumuzu şımartıyoruz. Ahtoplar geliyor, karidesler gidiyor... Uzo'yu da unutmayalım tabi :)Yemeklerinin yanı sıra Foul tou Meze'nin baş garsonu Dimitri'den de bahsetmeden geçemeyeceğim. Zira Foul tou Meze bizim için aynı zamanda Dimitri demek. Öyle muhteşem bir zat kendisi. Bu arada fiyatların ucuzluğuna dikkatinizi çekmek istiyorum. Yediğimiz deniz mahsülünün ( ki o kadar çok yemişiz ki Hale alerjik reaksiyon gösterdi), mezenin haddi hesabı yokken kişi başına 12 Euro ödememiz ayrı bir şoktu.



Yemeğimizi yedikten sonra Aristotales meydanına gidip Aristo heykeli ile fotoğraf çektirdikten sonra güzel bir Türk/Yunan kahvesi içmek için bir cafeye giriyoruz. Cafede otururken erkeklerin yakışıklılığı, kadınların güzelliği ve bakımlılığı dikkatimizi çekiyor ve karar veriyoruz: Her haftasonu burdayız :)



İçtiğimiz Yunan kahvesi bizimkine göre daha hafif. Bizi çok kesmiyor ama yine de denememiş olmaktan iyidir diyip kendimizi sokak aralarına atıyoruz yeniden. Az önce yukarda şans olarak nitelediğim Paskalya zamanına denk gelmesi akşam saatlerinde yerini şanssızlığa bırakıyor. Nedeni gayet açık: Her yer 4'te kapanmış oluyor çünkü...Hatta öyle ki çoğu restaurant, bar bile Paskalya nedeniyle kapalı olduklarını söylüyor.

Yaklaşık 1 saatlik yürüyüşün ardından otelimize varıyoruz. Gece kısmını atlıyorum, çünkü rahatsızlanıp otelde yatmak zorunda kalıyorum. Kızlar ise gecelere akıyor....

Ertesi sabah ise Kavala için yola düşüyoruz. Türkiye'deki her hangi bir Ege kasabası diyebiliriz Kavala'ya... Mimarisi de yine Türkiye'ye benziyor. İnsanları da... Zaten hem Selanik'te hem de Kavala'da bu kadar benzerliğin olması mübadele zamanında buraya gönderilen Yunanlılar. İster istemez Türkiye'deki hayatlarını buralarada kurmuşlar.

Kavala çok daha sıcak ve samimi bir yer... Teodara Kimissi  kilisesine gitmek için yola koyuluyoruz. Magnet satan bir Yunanlı kadınla tanışıyoruz. İngilizce anlaşmaya çalışırken yanımıza su gibi Türkçesiyle başka bir Yunanlı teyze geliyor. 30 yıl olmuş İstanbul'dan döneli. Hala memlektim diye bahsediyor İstanbul'dan... "Ne kadar da benziyoruz derken" ben teyzeye o sözümü kesip " Biz benzemiyoruz, aynıyız." diyor.

Bu tatlı İstanbullu Yunanlı teyzeye veda ederken, az ilerde Yunalı bir amca "Yolunuzu mu kaybettiniz kızlar?" diyerek yolumuzu kesiyor. Öyle güzel Türkçe konuşuyor ki şaşırıyoruz. Sonra başlıyor anlatmaya... Afyonkarahisarlıymış aslında. O da diğerleri gibi mübadele zamanı gelmiş Kavala'ya. Ama diyor "bakma sen benim Afyonkarahisarlı olduğuma... Aslında ben lazım". Türkiye'de geçirdiği yıllardan bahsederken gözlerim doluyor. Böylesine güzel insanlarla aramıza nifak sokan pis rezillere okkalı bir küfür savuruyoruz.... Ama neye yarar...



Dağılmış bir halde yolumuza devam ediyoruz. Yukarı çıktığımızda kilise bizi muhteşem manzarasıyla karşılıyor. Aşağıdaki manzaranın büyüsü ile bizi aşağıya götüren bir yol arıyorum... Taa taa... uzunca merdivenlerle karşılaşıyorum. Ama bu bizim için bir engel değil elbet. Heyecanla iniyoruz aşağıya. Ege'nin karşı yakasında olmak ayrı bri duygu. Hem çok tanıdık hem değil. Ben boynumdaki koca fotoğraf makinesiyle manzaranın keyfini çıkarıp, fotoğraf çekerken, Deno ve Nili ayaklarını denize sokuyor...Tam da hareketlenmişken Ege denizi Nili'nin ayakkabısını belki de Ege'nin karşı tarafına taşımak için bir hamle yapıyor. Bense yine boynunda koca kameraya aldanmadan ani bir refleksle ayağımda ayakkabıyla adımımı atıp ayakkabıyı yakalıyorum :) Bu ufak maceradan sonra bizi bekleyen Zeynep ve Hale'nin yanına gidiyoruz...

Yolda gördüğümüz her insanla ufak da olsa sohbet ediyoruz. Saate baktığımızda hareket saatinin yaklaştığını farkedip kendimizi sahildeki restaurantlardan birine atıveriyoruz. Hepimizin hayali yarım saat de kalsa balık yemek. Ama ne mümkün. Suratlarımız asık midyeli pilav söylüyoruz. Midyeli pilavın tadına bakmamızla suratlarımzdaki asabiyet birden kayboluveriyor...



Hızlıca yemeğimizi yiyoruz ve elimize Mythos'larımızı alıp kısa bir yürüyüşle aracımıza varıyoruz. Kavala'ya veda ederken şehrin girişinde Kanuni Sultan Süleymen tarafından yaptırılan tarihi su kemerinin altından geçiyoruz. Geriye baktığımızda tüm dostlara selam ediyoruz...

Sırasıyla İskeçe, Gümülcine ve Dedeağaç'a uğrayıp İstanbul'un yolunu tutuyoruz bir daha ki sefere yeniden dönmek üzere...

Share this:

CONVERSATION

0 yorum:

Yorum Gönder