Pınarbaşı Burma Burma Yar Yar Yar Yaraman :)

Yıl 2004... Amasra'dan yola çıkmış Safranbolu'ya doğru giderken, yol kenarında "Dünyanın İkinci Büyük Kanyonu; Valla Kanyonu 9 KM" yazan bir tabela, direksiyonu sola kırıp bilmediğim bir yola girmeme sebep oluyor. Sola döner dönmez, bildiğiniz yemyeşil Karadeniz yolları arkanızda kalıyor ve siz sanki çölün ortasında -hadi abartmayalım- İç Anadolu'da Konya Ovası'nda gidiyormuş gibi hissediyorsunuz.Arkadan sesler duyuyorum: "Ne işimiz var bu yolda, nereye gidiyoruz?" Bilmiyorum ki nereye gittiğimiz, öyle gidiyoruz diyorum işte... Yalnız tabelada yazan 9 KM çoktan geçilmiş. İn ve Cin top bile oynamıyor, o kadar tenha bir yol. Gidiyoruz ama meçhule. Dönsek mi acaba diyorum içimden ama gurur ve inat yaparak yola devam ediyorum. Aradan 45 dk.geçmiş, ilerde yol kenarında biri bekliyor, hem gideceğimiz yeri soralım hem de İn ve Cin'in bile uğramadığı yerde adamcağızı gideceği yere götürelim gayesiyle duruyoruz. Diyoruz biz Valla Kanyonu'nu arıyoruz. Adam orası benim köyüme yakın diyor. Atlayın o zaman beraber gidelim diyoruz. Biniyor arabaya... Bildiğimiz köylü bir amca kendisi, ismi Mahmut. Sonradan öğreniyoruz. Yaklaşık 1 saatlik yolculuktan sonra Pınarbaşı köyüne geliyoruz. Mahmut abi bize bir rehber ayarlıyor hemen. Malum Ramanzan ayı (yazdıktan sonra farkettim, nerden haberiniz olacak ki sizin Ramazan olduğundan) ve hava erken kararıyor. Rehberimiz Ayhan'la Valla Kanyonu'na doğru yola çıkıyoruz. Küre Dağları'ymış orası meğer onu öğreniyoruz. Büyüleyici bir yer, soru işaretleriyle dolu 1 saatlik yolcuğun sonunda sanki ödüllendiriliyoruz ve ben bir hanize bulmuş gibi kendimle gurur duyuyorum :) Ayhan uzun uzun anlatıyor. Bir de burda mağra var diyor ama çok uzak, gidemeyiz diyor. Herşeyi aynı anda yapıcam ya, mağraya gidemediğim için çok üzülüyorum. Üzüldüğümü gören Ayhan sizi bir de Ilıca Şelalesi'ne götüreyim diyor. Gözlerimin için parlıyor o an. Atlıyoruz arabaya, Ilıca Şelalesi'ne gidiyoruz. "Burası Cennet olmalı" gibi klişe laflar çıkıyor ardı ardına ağzımızdan. Pınarbaşı Köyü'ne dönme vakti geliyor. Hava kararmak üzere, Safranbolu'ya gitmeyelim burda bi gece kalalım diyoruz. Ama yer yok. Mahmut Abi bizim misafirimiz olun diyor. Sanki akrabam gibi hiç yadırgamadan "Tamam" diyorum. Elimiz boş gitmeyelim diye markete girip, yumurta, dometes, peynir ne varsa alıyoruz ve yola koyuluyoruz. Mahmut Abi'nin köyü Pınarbaşı'na 8 km. mesafede 10 haneli bir köy. Herkes göç etmiş, onlardan başka 2 erkek kardeş var köyde kalan. Eve geldiğimizde gözlerimize inanamyoruz. Terkedilmişlik ağzımızı bağlıyor adeta. Mahçup oluyoruz, insanlara yük olacağız diye. Hanımı biraz kızgın Mahmut Abi'ye anlaşılan, tanımadığı insanları eve, yemeğe getirdi diye. İlk başlarda herkes bi yabancı, bi gergin. Kızları var 4 yaşında, Büşra. Yemekte kucağıma yatıyor, bi sıcaklık hissediyorum. Kübra altına yapmış, ateşten yanıyor. Neyi var diyorum Mamut Abi'ye. Çok hasta diyor. Bahar Hocam sistit teşhisi koyuyor ve bizim rehber Ayhan'a hemen ilaç sipariş ediyoruz. Hızır gibi yetişiyor Ayhan. Büşra 2 saat için düzeliyor, gülücükler atmaya başlıyor. Mutlu oluyoruz. Sonra gök gürültüsü kopuyor, dışarda yağmur. Mahmut Abi bereket getirdiniz buraya diyor ve 3 aydır ilk yağmurun düştüğünü söylüyor. İlahi misafirler olarak yatma vaktimiz geliyor. Annem, babam ve Bahar Hocam 1 odada yatıyoruz. O gece Ay tutulması olacak biliyorum. Sahurda beni de uyandırmalarını rica ediyorum. Saat 04.00... Odaya Büşra gelip beni uyandırıyor ve beraber sahur yapıyoruz. Ardından dışarı çıkıp toprak kokusuyla sarhoş olmuş bir halde Ay Tutulmasını seyrediyoruz. Unutulmaz bir gece, yüzümde gülümsemeyle yatıyorum. Sabah erkenden kalkıp Safranbolu'ya gitmek için hazırlanıyoruz. Ama Lafçı Ailesi ile ayrılmamız hiç de kolay olmuyor. Ağlıyoruz...Bir daha görüşmek üzere birbirimize söz veriyoruz. Safranbolu'ya doğru yola çıkıyoruz ve gözden kayboluncaya kadar el sallıyoruz...

Yıl 2010...Telefonum çalıyor... Mahmut Abi... Ne zaman geleceksiniz hep söz veriyorsunuz, gelmiyorsunuz diyor. Büşra sizi görmek istiyor diyor... İçim bi garip oluyor. 6 yıl önce sadece 1 kere gördüğüm bu insanlar beni özlediklerini söylüyor hem de 6 yıl boyunca..Telefonlaşmalarımız hiç bitmiyor. 2 yıllık İngiltere maceram bile buna engel olmuyor. Ama neden bir türlü gidememişim, anlamak zor... Hadi diyorum birkaç arkadaşıma, Küre Dağ'larına gidelim. Hep beraber çıkıyoruz yola. Bir gün önce hediyeler alınmış, poşet poşet. Ama en önemli hediye Büşra'nın Barbie'si :) Nasıl olacak ilk buluşmamız heyecan içindeyim. Yaklaşık 4 saatin ardından Karabük'e varıyoruz, Mahmut abi bizi orda karşılıyor. İlk karşılaşmamız garip... Kilo almışsın diyor, ben de senin de saçların kırlaşmış diyorum. Büşra'yı tabii ki de tanıyamıyorum. Çünkü 10 yaşında bir genç kız olmuş... Ve yola koyuluyoruz... Önce Safranbolu'ya pazara uğrayıp alınacakları alıyoruz. Sonra doğru Mahmut Abi'lerin köyüne. Mahmut Abi ev yaptırmış, betondan. Sizi o zaman o ahşap eski fakir evde ağırladım. Şimdi evim çok güzel diyor gururla :) Eşi karşılıyor bizi, bu sefer yüzünde o sıcacık gülümsemeyle ama hala aynı zayıflıkla... Kahvaltı hazırlanıyor hemen. Kahvaltının ardından bize müsade diyip, otelimize gidiyoruz. Biraz kestirmece, ardından keşfe çıkmaca. İlk istikamet Ilıca Şelalesi.Otobüslerle gelen turlar yüzünden bir hayli kalabalık. Gözleme yediğimiz yerdeki amca, yukarda bir de küçük şelale var, oraya gidin kimsecikler olmaz diyor. Çantaları sırtlayıp gidiyoruz. Sonra aynı o Mavi Göl filmindeki gibi sadece bize özel, büyüleyici minik şelaleye varıyoruz. Hale'ye ısrarla mayonu sakın unutma diyen ben, tabi ki mayomu getirmeyi unutuyorum. Ama daha eğlenceli birşey yapıyorum. İç çamaşırlarımla buz gibi suya atlıyorum. O kadar keyfli ki suyun soğukluğu umrumuzda değil...

Vücudumuzu hissetmeyene kadar atlayıp hopluyoruz suyun içinde... Suratmızda gülümsemeyle otele, ordan da iftara Mahmut Abi'lere giyoruz. Ne enteresan ki 6 yıl önce de Ramazan ayında burdaydım. Oranın meşhur yemeği Islama'ya parmaklarımızla saldırıyoruz. İşkembemiz çatlayıncaya kadar yiyoruz.Sonra dışarı çıkıp sokak ışığının bile olmadığı yolda yürüyoruz, yıldızlar o kadar yakın. Bir süre sonra aşırı oksijen yüklemesinden mi yoksa mutluluktan mı hepimiz suratımızla şapşal bir gülümsemeyle bakıyoruz etrafa...

Ertesi günün programı yoğun. O yüzden Lafçı ailesiyle vedalaşıp otelimize dönüyoruz. Ertesi sabah 7.30'da kalkıp, saat 8'de Ilgarini Mağarası'na gitmek üzere yola çıkıyoruz. Yaklaşık 30 km. hızla gidebildiğimiz, kötü bir köy yolu. 1 saatte varıyoruz ancak. Varıyoruz derken yanlış anlaşılmasın, daha önümüzde 1 buçuk saatlik yürüme yolu var ya da 4000 metre mi demeliydim. Hem de 45 derecelik bir dağ... Saat 9'da ancak varıyoruz tırmanacağımız dağa. Sıcak çökmüş bile, daha erken çıkmalıydık diyen rehberimize saygılarımı sunuyorum. İlk 15 dakikakımz yok pardon yarım saatimiz dillerimiz dışarda geçiyor. Sonrasında oksijenden midir, yoksa kondisyonumuz mu açıldı bilmem, keçi gidi tırmanışa geçiyoruz. Kan ter içinde mağraya varıyoruz. Burası M.Ö 2000 yılında yapılmış ve hazine avcıları tarafından çoktaaan talan edilmiş. Denilene göre burası dünyanın 4. büyük mağarası. Bir bölümünün mezar olarak kullanıldığı mağrada inanılmaz güzellikte dikit ve sarkıtlar var. Haa bu arada dışarıdaki 35 derece sıcaktan sonra, mağaranın sıcaklığı yaklaşık 10 derece olduğunu ayrıca belirtmek isterim :) ve neyseki otel sahibimizin akıllıca uyarısı ile hepimiz hazırlıklıydık...Burada yaklaşık 45 dakika geçirdikten sonra 4000 metrelik dönüş yürüyüşümüze başlıyoruz. İniş sandığımızdan da zor oluyor ama 1 saat 15 dakika aşağıya iniyoruz. Hepimizin yorgunluktan ayakları titriyor ama yılmadan Valla Kanyonu'na doğru yola çıkıyoruz. Bu kez balkon var. 2 yıl önce ayağı takılıp, kanyondan aşağıya düşen bir öğrenciden sonra yapılmış bu balkon...Ben bir kez daha büyüleniyorum ama arkadaşlarımın etkilenmelerini görmek bir başka güzel...Ürkütücü bir yükseklik ve sert esen rüzgara karşı durup, sonsuzluğa giden bir manzaraya doğru seyre dalıyoruz. Sonra rehberimiz bizi Ilıca Şelalesi'nin ilerisinde bir göle götürüyor ve orda kimimiz mayolar, kimimiz iç çamaşırları ve kimimiz kıyafetlerle suya atlıyoruz. Buz gibi suyun keyfini çıkarıyoruz...

Ve akşam vakti... yoksa iftar vakti mi demeliydim... Otele dönüp yemek hazırlıklarını yapıyoruz...İstanbul'dan gelen içkilerle bir güzel mangal keyfi yapıyoruz. İstanbul'dan gelen içkiler derken yanlış anlaşılmasın özel bir içkiden bahsetmiyorum. Ramazan ayında Pınarbaşı'nda içki satışı olmadığı için sonradan gelen arkadaşlarımız getirdi içkilerimizi :) Mangal keyfimiz mahalle halkının anason kokusunu almasıyla saat 23 sularında sona eriyor. İstanbul'daki mahalle baskısı Pınarbaşı'nda yerini köy baskısına bırakıyor. Ama yine de hiç birşey keyfimizi bozamıyor...

Ertesi sabah veda vakti... Hem 6 sene sonra gördüğüm Lafçı ailesine hem de Pınarbaşı köyüne... Çok sevdiğim arkadaşlarımla muhteşem bir üç gün geçiriyoruz. Bakalım bir sonraki ziyaret ne zaman?

Ben ve Kaan Ilıca Şelalesi'ne Giderken...

Hale ve Kaan buz gibi suya ilk atlayışlarını yaparken....


Ben ve Hale Mavi Göl filmini çevirirken



Hale ve Kaan Ilgarini'ye doğru tırmanırken...



Ilgarini Mağarası'nın Girişi


Ilgari Mağarası'nın İçinde BİZ. Soldan Sağa (Nili, Kaan, Ben, Çiğdem, Başar ve Hale)


Valla Kanyonu'nda Biz



Ben ve Hale

Share this:

CONVERSATION

2 yorum:

  1. Okurken hissettiğim keyfi anlatamam. Gerçekten imrendim :)

    YanıtlaSil
  2. Mesajını şimdi gördüm :( Çok teşekkür ederim :)

    YanıtlaSil